23 Kasım 2010 Salı

Nedir Kader?


Bu sıralarda kader kelimesine fena halde takılmış durumdayım. Büyük türkçe sözlük kaderin birinci anlamının “ Yazgı”, ikinci anlamının ise (mec.) “Genellikle kaçınılmaz kötü talih” olduğunu söylüyor.

Trafikte ilerlerken, karşı refüjden çıkan bir sarhoş sürücünün aracı altında ölmek midir kader?

Japonya’da depremlerde kimsenin burnu kanamazken, benim ülkemde insanların ölmesi mi ?

Elin Şili’sinde günler sonra işçiler çıkarılırken, benim ülkemde iş kazalarında genelde işçilerinin ölmesi mi?

Vergi kaçakçıları elini kolunu sallayarak dolaşırken, baklava çalan çocukların cezaevinde yatması mıdır kader?

Bir saat yağan yoğun yağmurda insanların sele kapılıp ölmesi mi?

Okula giden bir çocuğun lavabo altında kalıp can vermesi mi?

Apandisit ameliyatına girip böbreğinizin alınması mıdır kader?

“Namus” diye diye bu ülkede kızların öldürülmesi mi?

Her gelen iktidar tarafından soyulmak mı?

Sorulduğunda bugün un, şeker, yağ ve prinç’in kilosunu bilemeyip, dört manken ismini say denildiğinde sayabilmen midir kader?

Bazı oğulların paraları artarken, senin oğlunun iş işçi bulma kuyruklarında beklemesi, KPSS sınavlarında dirsek çürütmesi mi?

Hangi kanalda hangi dizinin olduğunu atlamadan sayarken evinde acil durumda çocuğuna yapman gereken suni solunum, kalp masajı gibi temel ilkyardımı bilmiyor olmam mı?

Tuttuğun takım iyi oynamadığı için kulübünü basıp hesap verin bize diye bağıran sen, her geçen gün yolunda gitmeyen şeyler gördüğün halde sesini çıkarmayıp susman mı?

Bu yazıyı okurken, her satırı onaylarcasına başını sallayıp sonra hiçbir şey yapmayacak olman mıdır kader?

Yoksa yukarıda saydıklarımın hiçbiri kader değil de, bizim ihmallerimiz, vurdum duymazlıklarımız mıdır?
15.10.2010

Neden?

Paylaşımı daha önce okuyanlar için, kendi görüşümü de en altta ilave ettim.

Rabindranath Tagore
‎...
Düşünüyorum da, Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık... kalbimizin fark edilmesi, Naif yönlerimizin keşfedilmesi, Cesaretsizliğimizin anlaşılması, Korkularımızın paylaşılması, Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti...

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ve ne kadar güçlu korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden,sevgimizi göstermeden. Deniz minareleri, midyeler, kirpiler ve kaplumbağalar gibi..

Sahi koruyor mu bizi çatlamamış bu sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize? Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?

Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu? Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak, Ne çıkar ateşböceği sansalar beni? Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz.
Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi, Korkaklığım, sevgi isteğimi En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup Bir kuş gibi uçacağım özgürce. Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine. O da çözülecek belki, Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.

Oysa bir görebilsek bunu. Kalmadı böyle insanlar demesek. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak...yaralansak...

Ne olur bir darbe daha alsak? Yeniden açsak kendimizi, atabilsek kabuğu. Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez. Tekrar, tekrar bıkmadan denesek. Ve kucaklaşsak yeniden. Tıpkı eskisi gibi. Ne olduğunu anlayamadığımız o 15 yıldan öncesi gibi.
O zaman fark edeceğiz. Ne kadar özlediğimizi birbirimizi. Neler biriktirdiğimizi, Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi. Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.

Vakit az, paylaşmak, sarılmak için Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır. Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan. Ve koşullar bir türlü düzelmeyen. Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokularak atlatırız o günleri. Kırın o sert kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri. Hem hepimiz bir yıldızız. Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi?
---

Buket’in duvarında okuduğum bu paylaşımı pek bi beğendim. Bunun üzerine güzel bir yazı yazılır dedim kendimce, ama okudukça aslında ilave edebileceğim bir şey bulamadım.

Paylaşım, bildiğim şeyleri söylüyor, kabuğumuzun/ maskemizin ardında gizlenen bizlerden bahsediyor. Çıkmayı hep denediğimiz ama her incindiğimizde yine gidip ardına gizlendiğimiz o suni bizden/ benden bahsediyor…

Kabukları kırmaktan bahsederiz oldum olası, ama kaçımız başarabilmiştir ki bunu… Bu sıralarda bir arkadaşımla çok uğraşıyorum, aslında onunla mı uğraşıyorum yoksa kendimle mi emin değilim. Ona söylediğim her sözü aslında kendime de söylüyorum. Kabuğunun arkasına saklanıp bilgiçlik taslamak deniyor sanırım bu duruma…

Acaba biz mi saklanıyoruz kabukların arkasına yoksa ister istemez itiyorlar mı bizi. Birbirimizin sevgisizliğini, umutsuzluğunu mu besliyoruz?

Aylar önceydi, yeni ayakkabısı ayağını vurmuş bir kadın topallayarak yürümeye çalışıyordu yolda, çıkarıp çantamdan bir yarabantı uzattım, gözlerine inanamadı. “Bu ne kadar değerli bir şey biliyor musunuz” derken neredeyse sarılıp bağrına basacaktı beni. Güldüm, “Bilmez olurmuyum, her yeni ayakkabıda bende yaşarım bu durumu ” dedim. Selamlaşıp ayrıldım…

Bu kadar kolayken yaraları sarmak, neden sarıp iyileştiremiyoruz birbirimizi. Her yeni ayakkabı canımızı yakarken, vazgeçmiyoruz bir yenisini daha denemekten. Ama yeni bir dostluğu, yeni bir aşkı kaybettiğimiz saflığımızı aramayı ve kendimizi özgür bırakmayı deneyemiyoruz. Neden ?

2s

Aşk’a Mesk’e Dair

Büyümenin en güzel evrelerinden biri de sevmek ve sevilebilmektir. Anneleri tarafından yeteri kadar ilgi ve sevgi göremeyen bebeklerin de depresyona girdiğini ve intihar ettiğini bilmem biliyor muydunuz? “İnsan sevmeye başladı mı, yaşamaya da başlar.” demiş Madame De Scudery.

Sevgi yediden yetmişe hepimizin hayatında olması gereken bir duygu/bir durum. Kocaman bir dünyada kendine sevecek bir şey bulamamak sanırım sıkıntıların en büyüğü…

Ne güzel söylemiş Küçük İskender “Seniseviyorumseniseviyorumseniseviyorum /ve senle sevmek arasında boşluk bırakmayı hiç / sevmiyorum”

Sevmek ve sevilebilmek. Kimimiz adına aşk deriz, kimimiz sevgi. Ama hava gibi, su gibi bir ihtiyaçtır, siz ona her ne diyorsanız… Varsa bir sevdiğin şu dünyada, dünya bir başka döner aşık olana.

“Aşk olsun Aşk olsun,
Şu alemde hep Aşk olsun, Şu alemde hep Aşk olsun
O güzel de Beni Sevsin Gönlümdeki Şu Taht dolsun,
Gönlümdeki Şu Taht dolsun..”

İlk göz göze geliş. Sevdiğini söyleyebilmek için yapılan onca çaba, onca eziyet. İlk buluşma, büyük bir heyecan fırtınasıdır aslında. Sorsalar aşık olana aya ilk ayak basan Neil Armstrong daha büyük bir heyecan içindedir aslında. Aya gitmek kenarda dursun, sevdiğinin elini tutabilmek güneşe fırlatır adamı… Gün bitmez, buluşma günü gelmezdir bir türlü. Hep ardında atlı varmış gibi ilerleyen zaman, geçip gitmez.

“Dağlara komşu oldum,
kuşlara yuva Mecnun gibi hayran etti aşk beni
Kerem gibi yalın ayak yollarda
Yaktı yaktı büryan etti aşk beni”

Buluşma için neresi uygundur, bir sinema olsa daha kolay mı tutulur eli karanlıkta, yoksa bir pastanede tatlıları yerken tatlı tatlı mı konuşulur, bir yazarın imza günü daha mı etkileyicidir yoksa bir parkta açık havada daha mı doğaldır her şey…

Sevda üzerine, aşk üzerine sayısız şiirler, şarkılar, türküler dolaşır dillerde. Sevdiğin de seni seviyorsa hayatta, başka ne ister aşık olan aşkından başka. Eli eline değdiğinde sevdiğini yaslar göğsüne, yerinden fırlayacak yüreğini sevdasıyla sakinleştirsin diye…

Polis dikilir tepelerine “Uygunsuz oturuyorsunuz” diye kimlik kontrolü yapar sevenlere… Emir kulu mudur, yoksa hayatında hiç sevmemiş midir bilinmez. Ama bildiğimiz tek şey sağcı da olsan, solcu da olsan sevmek güzeldir be polis kardeş…
22.09.2010

Polisten uygunsuz oturuyorsunuz sorgusu
http://haber.gazetevatan.com/polisten-uygunsuz-oturuyorsunuz-sorgusu/330303/7/Yasam

Rabindranath Tagore

‎...Düşünüyorum da, Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık... kalbimizin fark edilmesi, Naif yönlerimizin keşfedilmesi, Cesaretsizliğimizin anlaşılması, Korkularımızın paylaşılması, Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti...

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ve ne kadar güçlu korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden,sevgimizi göstermeden. Deniz minareleri, midyeler, kirpiler ve kaplumbağalar gibi..

Sahi koruyor mu bizi çatlamamış bu sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize? Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?

Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu? Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak, Ne çıkar ateşböceği sansalar beni? Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz.

Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi, Korkaklığım, sevgi isteğimi En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup Bir kuş gibi uçacağım özgürce. Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine. O da çözülecek belki, Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.

Oysa bir görebilsek bunu. Kalmadı böyle insanlar demesek. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak...yaralansak...

Ne olur bir darbe daha alsak? Yeniden açsak kendimizi, atabilsek kabuğu. Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez. Tekrar, tekrar bıkmadan denesek. Ve kucaklaşsak yeniden. Tıpkı eskisi gibi. Ne olduğunu anlayamadığımız o 15 yıldan öncesi gibi.

O zaman fark edeceğiz. Ne kadar özlediğimizi birbirimizi. Neler biriktirdiğimizi, Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi. Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.

Vakit az, paylaşmak, sarılmak için Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır. Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan. Ve koşullar bir türlü düzelmeyen. Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokularak atlatırız o günleri. Kırın o sert kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri. Hem hepimiz bir yıldızız. Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi?

PADİŞAH VE İHTİYAR

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil'i kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına başvezirini alıp yola çıkmış.
Bir dere kenarında çalışan yaşlıbir adam görmüşler.Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah,ihtiyarı selamlamış." Selamünaleyküm ey pir'i fani..."" Aleykümselam ey serdar'i cihan..."
Padişah sormuş." Altılarda ne yaptın ?"" Altıya alti katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..."
Padişah gene sormuş." Geceleri kalkmadın mi ?"" Kalktık. Lakin, ellere yaradı."
Padişah gülmüş." Bir kaz göndersem yolar mısın ?"" Hem de ciyaklatmadan..."
Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar.
Padişahbaşvezire dönmüş." Ne konuştuğumuzu anladın mı ?"" Hayır padişahım..."
Padişah sinirlenmiş." Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." Korkuyakapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla derekenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada calışıyor..
" Ne konuştunuz siz padişahla..." Adam, başveziri şöyle bir süzmüş." Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.."
Başvezir, yüz altın vermiş." Sen padişahı, serdar'i cihan, diye selamladın. Nasıl anladınpadişah olduğunu?"" Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi."Vezir kafasını kaşımış." Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek."Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış." Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günüçalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kışçalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim." Vezir bir soru daha sormuş..."
Geceleri kalkmadın mı ne demek ?"Adam bir yüz altın daha almış." Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler,başkasına yaradılar, dedim."
Vezir gene kafasını sallamış." Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek..." Adam gülmüş." Onu da sen bul..."

'YANLIŞ' ve... 'DEĞERLER'

Bu hikayede benim kendime dersim...

'YANLIŞ' ve... 'DEĞERLER'

11 yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi. Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı. Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini hissedince,oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi. Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. Bu o güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir levrek; ama av yasağının kalkmasına sadece saatler kalmıştı.

Baba-oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat 22.00 olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı. Önce balığa, sonra oğluna baktı.'Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum,' dedi.'Baba!' diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle. 'Başka balıklar da var,' dedi babası.'Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!' dedi çocuk.Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının sesinde n bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı. Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı.Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi...

Bu olay bundan tam 34 yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır. Babasının küçük evi hâlâ o adadadır.Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür.

Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat 'değerler' konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir. Babasından öğrendiği gibi 'değerler', doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konudur. Güç olan yalnızca değerlerin uygulanabilmesidir.

Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk. Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatırız.Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan


Kaynak : İnternet

"OKU" dedi Cebrail (as)...

Hayatta sahip olmaktan memnun olduğum ilk beş şey arasında okuma-yazma biliyor olmayı sayarım. Hani yeterli sayıda kitap okuyabiliyor muyum bunu belki ayrı bir konuda tartışmak gerekir. Ama paylaşmak istedim.

İlk okuduğum kitabı hatırlamıyorum elbette. Ama aklıma ilk okumaya başladığım kitap denildiğinde Mayk Hammer'ın Serüvenleri gelir. Rahmetli anneannemin kütüphanesinde görüp okumaya başlamıştım. Yaşı benden büyük olanlar daha iyi bilir, bir dedektifin macera dolu hikâyelerini anlatır. Bir solukta okuyup bitiriverdim. Kitabın bir bölümünde, çin'de insanlara nasıl işkenceler yapıldığını anlatılıyordu, bugün bile aklımdadır o işkenceler. Bugün ne işine yarıyor o bilgiler deseniz, Beni kızdırdılar mı bazen "Benimle çok uğraşma bak ben bir sürü çin işkencesi biliyorum " demekten başka işime yaramıyor diye cevaplayabilirim. Sonra arkası geldi kitapların, Agatha Christie'nin romanları sıralandı arka arkaya. Derken yetmez oldular daha farklı kitaplar okumaya başladım. Yaşım büyüdü, aklım büyüdü, konular büyüdü, kitaplarımın ebatları büyüdü ...

Yaşımla birlikte ideolojilerim, inançlarım olmaya başladı... Sonra bir hocam, " Neye inandığını bilmek istiyorsan, karşıt görüşleri de okumalısın. " dedi. Savunduğum değerlerin karşıtlarını da okudum. Çoğu zaman eleştirildim, okumamam gerektiği söylendi. Kitaplarımı gazete kâğıtlarıyla kaplayıp, okumaya devam ettim.


Çalıştığım yerde yeni genç arkadaşlar var. Bir gün sohbet ederken, neler okuyorsunuz diye sordum. Her biri mırın kırın ederken, biri açık ve net bir şekilde dedi ki. Ben okumuyorum. Pek bir gururla söyleyince daha çok meraklandım,
Neden diye sordum...
Fikirlerim değişsin istemiyorum dedi...
Peki fikirlerinin doğru olduğunu nereden biliyorsun dedim...
Hiç sesi çıkmadı.

Değişim kaçınılmazdır hayatta, hiçbir şey yapmasanız da yaşlanarak değişir insanoğlu. Bu yüzden nasıl bir değişime uğramak istediğimize iyi karar vermemiz gerekir.

Bugün Referandum için EVET/HAYIR 'lar dolaşıyor etrafta. Hepimiz aynı ülkenin çocukları olsak ta nedendir bilmiyorum boğaz boğaza savaşıyoruz. Referandum sayfalarında dolaşıyorum bazı bazı, hakaretler, küfürler almış başını gidiyor. EVET'leri de HAYIR'ları da okuyorum. Hocamın söylediği gibi neye karşı olduğumu bilmek istiyorum. Körü körüne A kişi, B kişi dedi diye oy vermeyeceğim elbette. Ama beni en şaşırtan konuların başında, parti başkanlarını canla başla savunan insanlar. Parti başkanı ne söylerse aynı cümlelerle karşı görüşe cevap veriyorlar. Düşünüyorum, insanların kendine ait fikirleri, cümleleri yok mu? Ülkenin gerçekten neye ihtiyacı var, değişimler sorunları çözecek mi, yoksa sonra daha iyi bir öneri ile yola çıkılsa daha mı iyi olur bunları düşünerek karar vermek gerekir gibime geliyor.

Yıllar önceydi, keşif gezisindeyiz. Bir köye geldik. Kar erimiş, yollar çamur, araba bile zor ilerliyor. Köylünün birini görünce araba durduruldu. Selam, nasılsın, kimsin kimlerdensin sohbetlerinden sonra arkadaş sordu ,
Bu köy beldeye mi ait, belediye ye mi?
Belediye'ye
Bir daha ki seçimlerde aynı adama oy vermeyin bari, aklı başına gelsin. Sizi bu çamurlarda yaşatmak neymiş görsün...
Tabi ki vereceğiz. O adam namaz kılıyor.
Peki

Kimse bir şey söylemeden ayrıldık o köyden. Hala düşünürüm "Namazı senin için mi kılıyor, Kendi için mi" diye sorsaydım ne cevap verirdi...

Körü körüne yaşıyoruz gibime geliyor bazen. Nedenlerimiz, niçinlerimiz olmadan. Bu kadar mı sıkıldık hayattan, bu kadar mı zorlanır olduk düşünmekten, irdelemekten...

Kuran-ı Kerim'in bir kerede olsa mealinin okunması gerektiğini savunurum yıllardır. Arapça okumak varken, mealine ne gerek var denilir. Okuduğunu anlayabiliyorsan elbette söyleyecek sözüm yok ama anlamıyorsak okumalıyız, A hocanın, B hocanın söyledikleri yerine birazda biz okumalı ve öğrenmeliyiz dediğimde, alıştım artık beni dinsiz olmakla suçlarlar. Dün akşam televizyonlarda boy boy oruç baba türbesine gidip saatlerce bekleyip, beklerken de elinde Kuran-ı Kerim okuyanları görünce keşke birde okuduğunu anlayabilseydiler dedim. Okuduğunu anlayabilseydi, oradan medet ummaması gerektiğini bilirdi. Okuduğunu anlayabilseydi, Referandum sayfalarında yerli yersiz Allah'ın ismini kullanmamaları gerektiğini bilirlerdi. Ve Okuduğunu anlayabilseydi, bu ülkede kimin iyi bir Müslüman olup, kimin olmadığı hakkında ahkâm kesemeyecek olduklarını da bilirlerdi.

Bu ülkede bizleri kimileri öyle kimileri böylede olsa kandırıyor, soyuyor, tüketiyor. Sonuçta kim gelirse gelsin tüketiliyoruz.

Son yıllarda dinleyici olarak katıldığım bazı etkinlikler oluyor. Basında katılıyor etkinliklere. Konuşmacılar 1,5 – 2 saat konuşuyor. Ama yanlı basın sadece bir cümleyi alıp yayınlıyor. Oluyor mu size söylenen onca söz değersiz ve anlamsız. Sonra başka insanlar okuyor o cümleleri hoppala, bu da nereden çıkmış, bu adam doğru düzgün konuşamaz mı diyorlar.

Bir arkadaşım vardı, haberler başladı mı, tüm kanalları takip etmeye çalışırdı. Biri biterdi, diğer haber kanalı açılırdı. Bir gün kızdım içim dışım haber oldu, neden durmadan haber dinliyoruz diye sordum. Haberin doğrusunu öğrenmeye çalışıyorum, her haber kanalı haberi kendi istediği şekilde yorumlar, ben birçok haber kanalından dinlemeye çalışıyorum ki, haberin doğrusunu öğrenebileyim dedi. Bu cümle bana yıllar önce hocamın söylediği o cümleyi hatırlatmıştı.

Bu yazının sonunda şunu özellikle belirtmek isterim ki. Her neye inanıyorsak inanalım bilerek, araştırarak ve okuyarak inanalım...
Saygılar