23 Kasım 2010 Salı

Nedir Kader?


Bu sıralarda kader kelimesine fena halde takılmış durumdayım. Büyük türkçe sözlük kaderin birinci anlamının “ Yazgı”, ikinci anlamının ise (mec.) “Genellikle kaçınılmaz kötü talih” olduğunu söylüyor.

Trafikte ilerlerken, karşı refüjden çıkan bir sarhoş sürücünün aracı altında ölmek midir kader?

Japonya’da depremlerde kimsenin burnu kanamazken, benim ülkemde insanların ölmesi mi ?

Elin Şili’sinde günler sonra işçiler çıkarılırken, benim ülkemde iş kazalarında genelde işçilerinin ölmesi mi?

Vergi kaçakçıları elini kolunu sallayarak dolaşırken, baklava çalan çocukların cezaevinde yatması mıdır kader?

Bir saat yağan yoğun yağmurda insanların sele kapılıp ölmesi mi?

Okula giden bir çocuğun lavabo altında kalıp can vermesi mi?

Apandisit ameliyatına girip böbreğinizin alınması mıdır kader?

“Namus” diye diye bu ülkede kızların öldürülmesi mi?

Her gelen iktidar tarafından soyulmak mı?

Sorulduğunda bugün un, şeker, yağ ve prinç’in kilosunu bilemeyip, dört manken ismini say denildiğinde sayabilmen midir kader?

Bazı oğulların paraları artarken, senin oğlunun iş işçi bulma kuyruklarında beklemesi, KPSS sınavlarında dirsek çürütmesi mi?

Hangi kanalda hangi dizinin olduğunu atlamadan sayarken evinde acil durumda çocuğuna yapman gereken suni solunum, kalp masajı gibi temel ilkyardımı bilmiyor olmam mı?

Tuttuğun takım iyi oynamadığı için kulübünü basıp hesap verin bize diye bağıran sen, her geçen gün yolunda gitmeyen şeyler gördüğün halde sesini çıkarmayıp susman mı?

Bu yazıyı okurken, her satırı onaylarcasına başını sallayıp sonra hiçbir şey yapmayacak olman mıdır kader?

Yoksa yukarıda saydıklarımın hiçbiri kader değil de, bizim ihmallerimiz, vurdum duymazlıklarımız mıdır?
15.10.2010

Neden?

Paylaşımı daha önce okuyanlar için, kendi görüşümü de en altta ilave ettim.

Rabindranath Tagore
‎...
Düşünüyorum da, Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık... kalbimizin fark edilmesi, Naif yönlerimizin keşfedilmesi, Cesaretsizliğimizin anlaşılması, Korkularımızın paylaşılması, Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti...

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ve ne kadar güçlu korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden,sevgimizi göstermeden. Deniz minareleri, midyeler, kirpiler ve kaplumbağalar gibi..

Sahi koruyor mu bizi çatlamamış bu sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize? Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?

Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu? Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak, Ne çıkar ateşböceği sansalar beni? Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz.
Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi, Korkaklığım, sevgi isteğimi En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup Bir kuş gibi uçacağım özgürce. Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine. O da çözülecek belki, Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.

Oysa bir görebilsek bunu. Kalmadı böyle insanlar demesek. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak...yaralansak...

Ne olur bir darbe daha alsak? Yeniden açsak kendimizi, atabilsek kabuğu. Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez. Tekrar, tekrar bıkmadan denesek. Ve kucaklaşsak yeniden. Tıpkı eskisi gibi. Ne olduğunu anlayamadığımız o 15 yıldan öncesi gibi.
O zaman fark edeceğiz. Ne kadar özlediğimizi birbirimizi. Neler biriktirdiğimizi, Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi. Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.

Vakit az, paylaşmak, sarılmak için Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır. Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan. Ve koşullar bir türlü düzelmeyen. Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokularak atlatırız o günleri. Kırın o sert kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri. Hem hepimiz bir yıldızız. Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi?
---

Buket’in duvarında okuduğum bu paylaşımı pek bi beğendim. Bunun üzerine güzel bir yazı yazılır dedim kendimce, ama okudukça aslında ilave edebileceğim bir şey bulamadım.

Paylaşım, bildiğim şeyleri söylüyor, kabuğumuzun/ maskemizin ardında gizlenen bizlerden bahsediyor. Çıkmayı hep denediğimiz ama her incindiğimizde yine gidip ardına gizlendiğimiz o suni bizden/ benden bahsediyor…

Kabukları kırmaktan bahsederiz oldum olası, ama kaçımız başarabilmiştir ki bunu… Bu sıralarda bir arkadaşımla çok uğraşıyorum, aslında onunla mı uğraşıyorum yoksa kendimle mi emin değilim. Ona söylediğim her sözü aslında kendime de söylüyorum. Kabuğunun arkasına saklanıp bilgiçlik taslamak deniyor sanırım bu duruma…

Acaba biz mi saklanıyoruz kabukların arkasına yoksa ister istemez itiyorlar mı bizi. Birbirimizin sevgisizliğini, umutsuzluğunu mu besliyoruz?

Aylar önceydi, yeni ayakkabısı ayağını vurmuş bir kadın topallayarak yürümeye çalışıyordu yolda, çıkarıp çantamdan bir yarabantı uzattım, gözlerine inanamadı. “Bu ne kadar değerli bir şey biliyor musunuz” derken neredeyse sarılıp bağrına basacaktı beni. Güldüm, “Bilmez olurmuyum, her yeni ayakkabıda bende yaşarım bu durumu ” dedim. Selamlaşıp ayrıldım…

Bu kadar kolayken yaraları sarmak, neden sarıp iyileştiremiyoruz birbirimizi. Her yeni ayakkabı canımızı yakarken, vazgeçmiyoruz bir yenisini daha denemekten. Ama yeni bir dostluğu, yeni bir aşkı kaybettiğimiz saflığımızı aramayı ve kendimizi özgür bırakmayı deneyemiyoruz. Neden ?

2s

Aşk’a Mesk’e Dair

Büyümenin en güzel evrelerinden biri de sevmek ve sevilebilmektir. Anneleri tarafından yeteri kadar ilgi ve sevgi göremeyen bebeklerin de depresyona girdiğini ve intihar ettiğini bilmem biliyor muydunuz? “İnsan sevmeye başladı mı, yaşamaya da başlar.” demiş Madame De Scudery.

Sevgi yediden yetmişe hepimizin hayatında olması gereken bir duygu/bir durum. Kocaman bir dünyada kendine sevecek bir şey bulamamak sanırım sıkıntıların en büyüğü…

Ne güzel söylemiş Küçük İskender “Seniseviyorumseniseviyorumseniseviyorum /ve senle sevmek arasında boşluk bırakmayı hiç / sevmiyorum”

Sevmek ve sevilebilmek. Kimimiz adına aşk deriz, kimimiz sevgi. Ama hava gibi, su gibi bir ihtiyaçtır, siz ona her ne diyorsanız… Varsa bir sevdiğin şu dünyada, dünya bir başka döner aşık olana.

“Aşk olsun Aşk olsun,
Şu alemde hep Aşk olsun, Şu alemde hep Aşk olsun
O güzel de Beni Sevsin Gönlümdeki Şu Taht dolsun,
Gönlümdeki Şu Taht dolsun..”

İlk göz göze geliş. Sevdiğini söyleyebilmek için yapılan onca çaba, onca eziyet. İlk buluşma, büyük bir heyecan fırtınasıdır aslında. Sorsalar aşık olana aya ilk ayak basan Neil Armstrong daha büyük bir heyecan içindedir aslında. Aya gitmek kenarda dursun, sevdiğinin elini tutabilmek güneşe fırlatır adamı… Gün bitmez, buluşma günü gelmezdir bir türlü. Hep ardında atlı varmış gibi ilerleyen zaman, geçip gitmez.

“Dağlara komşu oldum,
kuşlara yuva Mecnun gibi hayran etti aşk beni
Kerem gibi yalın ayak yollarda
Yaktı yaktı büryan etti aşk beni”

Buluşma için neresi uygundur, bir sinema olsa daha kolay mı tutulur eli karanlıkta, yoksa bir pastanede tatlıları yerken tatlı tatlı mı konuşulur, bir yazarın imza günü daha mı etkileyicidir yoksa bir parkta açık havada daha mı doğaldır her şey…

Sevda üzerine, aşk üzerine sayısız şiirler, şarkılar, türküler dolaşır dillerde. Sevdiğin de seni seviyorsa hayatta, başka ne ister aşık olan aşkından başka. Eli eline değdiğinde sevdiğini yaslar göğsüne, yerinden fırlayacak yüreğini sevdasıyla sakinleştirsin diye…

Polis dikilir tepelerine “Uygunsuz oturuyorsunuz” diye kimlik kontrolü yapar sevenlere… Emir kulu mudur, yoksa hayatında hiç sevmemiş midir bilinmez. Ama bildiğimiz tek şey sağcı da olsan, solcu da olsan sevmek güzeldir be polis kardeş…
22.09.2010

Polisten uygunsuz oturuyorsunuz sorgusu
http://haber.gazetevatan.com/polisten-uygunsuz-oturuyorsunuz-sorgusu/330303/7/Yasam

Rabindranath Tagore

‎...Düşünüyorum da, Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık... kalbimizin fark edilmesi, Naif yönlerimizin keşfedilmesi, Cesaretsizliğimizin anlaşılması, Korkularımızın paylaşılması, Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti...

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ve ne kadar güçlu korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden,sevgimizi göstermeden. Deniz minareleri, midyeler, kirpiler ve kaplumbağalar gibi..

Sahi koruyor mu bizi çatlamamış bu sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize? Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?

Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu? Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak, Ne çıkar ateşböceği sansalar beni? Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz.

Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi, Korkaklığım, sevgi isteğimi En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup Bir kuş gibi uçacağım özgürce. Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine. O da çözülecek belki, Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.

Oysa bir görebilsek bunu. Kalmadı böyle insanlar demesek. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak...yaralansak...

Ne olur bir darbe daha alsak? Yeniden açsak kendimizi, atabilsek kabuğu. Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez. Tekrar, tekrar bıkmadan denesek. Ve kucaklaşsak yeniden. Tıpkı eskisi gibi. Ne olduğunu anlayamadığımız o 15 yıldan öncesi gibi.

O zaman fark edeceğiz. Ne kadar özlediğimizi birbirimizi. Neler biriktirdiğimizi, Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi. Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.

Vakit az, paylaşmak, sarılmak için Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır. Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan. Ve koşullar bir türlü düzelmeyen. Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokularak atlatırız o günleri. Kırın o sert kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri. Hem hepimiz bir yıldızız. Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi?

PADİŞAH VE İHTİYAR

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil'i kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına başvezirini alıp yola çıkmış.
Bir dere kenarında çalışan yaşlıbir adam görmüşler.Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah,ihtiyarı selamlamış." Selamünaleyküm ey pir'i fani..."" Aleykümselam ey serdar'i cihan..."
Padişah sormuş." Altılarda ne yaptın ?"" Altıya alti katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..."
Padişah gene sormuş." Geceleri kalkmadın mi ?"" Kalktık. Lakin, ellere yaradı."
Padişah gülmüş." Bir kaz göndersem yolar mısın ?"" Hem de ciyaklatmadan..."
Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar.
Padişahbaşvezire dönmüş." Ne konuştuğumuzu anladın mı ?"" Hayır padişahım..."
Padişah sinirlenmiş." Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." Korkuyakapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla derekenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada calışıyor..
" Ne konuştunuz siz padişahla..." Adam, başveziri şöyle bir süzmüş." Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.."
Başvezir, yüz altın vermiş." Sen padişahı, serdar'i cihan, diye selamladın. Nasıl anladınpadişah olduğunu?"" Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi."Vezir kafasını kaşımış." Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek."Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış." Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günüçalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kışçalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim." Vezir bir soru daha sormuş..."
Geceleri kalkmadın mı ne demek ?"Adam bir yüz altın daha almış." Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler,başkasına yaradılar, dedim."
Vezir gene kafasını sallamış." Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek..." Adam gülmüş." Onu da sen bul..."

'YANLIŞ' ve... 'DEĞERLER'

Bu hikayede benim kendime dersim...

'YANLIŞ' ve... 'DEĞERLER'

11 yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi. Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı. Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini hissedince,oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi. Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. Bu o güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir levrek; ama av yasağının kalkmasına sadece saatler kalmıştı.

Baba-oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat 22.00 olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı. Önce balığa, sonra oğluna baktı.'Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum,' dedi.'Baba!' diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle. 'Başka balıklar da var,' dedi babası.'Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!' dedi çocuk.Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının sesinde n bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı. Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı.Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi...

Bu olay bundan tam 34 yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır. Babasının küçük evi hâlâ o adadadır.Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür.

Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat 'değerler' konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir. Babasından öğrendiği gibi 'değerler', doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konudur. Güç olan yalnızca değerlerin uygulanabilmesidir.

Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk. Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatırız.Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan


Kaynak : İnternet

"OKU" dedi Cebrail (as)...

Hayatta sahip olmaktan memnun olduğum ilk beş şey arasında okuma-yazma biliyor olmayı sayarım. Hani yeterli sayıda kitap okuyabiliyor muyum bunu belki ayrı bir konuda tartışmak gerekir. Ama paylaşmak istedim.

İlk okuduğum kitabı hatırlamıyorum elbette. Ama aklıma ilk okumaya başladığım kitap denildiğinde Mayk Hammer'ın Serüvenleri gelir. Rahmetli anneannemin kütüphanesinde görüp okumaya başlamıştım. Yaşı benden büyük olanlar daha iyi bilir, bir dedektifin macera dolu hikâyelerini anlatır. Bir solukta okuyup bitiriverdim. Kitabın bir bölümünde, çin'de insanlara nasıl işkenceler yapıldığını anlatılıyordu, bugün bile aklımdadır o işkenceler. Bugün ne işine yarıyor o bilgiler deseniz, Beni kızdırdılar mı bazen "Benimle çok uğraşma bak ben bir sürü çin işkencesi biliyorum " demekten başka işime yaramıyor diye cevaplayabilirim. Sonra arkası geldi kitapların, Agatha Christie'nin romanları sıralandı arka arkaya. Derken yetmez oldular daha farklı kitaplar okumaya başladım. Yaşım büyüdü, aklım büyüdü, konular büyüdü, kitaplarımın ebatları büyüdü ...

Yaşımla birlikte ideolojilerim, inançlarım olmaya başladı... Sonra bir hocam, " Neye inandığını bilmek istiyorsan, karşıt görüşleri de okumalısın. " dedi. Savunduğum değerlerin karşıtlarını da okudum. Çoğu zaman eleştirildim, okumamam gerektiği söylendi. Kitaplarımı gazete kâğıtlarıyla kaplayıp, okumaya devam ettim.


Çalıştığım yerde yeni genç arkadaşlar var. Bir gün sohbet ederken, neler okuyorsunuz diye sordum. Her biri mırın kırın ederken, biri açık ve net bir şekilde dedi ki. Ben okumuyorum. Pek bir gururla söyleyince daha çok meraklandım,
Neden diye sordum...
Fikirlerim değişsin istemiyorum dedi...
Peki fikirlerinin doğru olduğunu nereden biliyorsun dedim...
Hiç sesi çıkmadı.

Değişim kaçınılmazdır hayatta, hiçbir şey yapmasanız da yaşlanarak değişir insanoğlu. Bu yüzden nasıl bir değişime uğramak istediğimize iyi karar vermemiz gerekir.

Bugün Referandum için EVET/HAYIR 'lar dolaşıyor etrafta. Hepimiz aynı ülkenin çocukları olsak ta nedendir bilmiyorum boğaz boğaza savaşıyoruz. Referandum sayfalarında dolaşıyorum bazı bazı, hakaretler, küfürler almış başını gidiyor. EVET'leri de HAYIR'ları da okuyorum. Hocamın söylediği gibi neye karşı olduğumu bilmek istiyorum. Körü körüne A kişi, B kişi dedi diye oy vermeyeceğim elbette. Ama beni en şaşırtan konuların başında, parti başkanlarını canla başla savunan insanlar. Parti başkanı ne söylerse aynı cümlelerle karşı görüşe cevap veriyorlar. Düşünüyorum, insanların kendine ait fikirleri, cümleleri yok mu? Ülkenin gerçekten neye ihtiyacı var, değişimler sorunları çözecek mi, yoksa sonra daha iyi bir öneri ile yola çıkılsa daha mı iyi olur bunları düşünerek karar vermek gerekir gibime geliyor.

Yıllar önceydi, keşif gezisindeyiz. Bir köye geldik. Kar erimiş, yollar çamur, araba bile zor ilerliyor. Köylünün birini görünce araba durduruldu. Selam, nasılsın, kimsin kimlerdensin sohbetlerinden sonra arkadaş sordu ,
Bu köy beldeye mi ait, belediye ye mi?
Belediye'ye
Bir daha ki seçimlerde aynı adama oy vermeyin bari, aklı başına gelsin. Sizi bu çamurlarda yaşatmak neymiş görsün...
Tabi ki vereceğiz. O adam namaz kılıyor.
Peki

Kimse bir şey söylemeden ayrıldık o köyden. Hala düşünürüm "Namazı senin için mi kılıyor, Kendi için mi" diye sorsaydım ne cevap verirdi...

Körü körüne yaşıyoruz gibime geliyor bazen. Nedenlerimiz, niçinlerimiz olmadan. Bu kadar mı sıkıldık hayattan, bu kadar mı zorlanır olduk düşünmekten, irdelemekten...

Kuran-ı Kerim'in bir kerede olsa mealinin okunması gerektiğini savunurum yıllardır. Arapça okumak varken, mealine ne gerek var denilir. Okuduğunu anlayabiliyorsan elbette söyleyecek sözüm yok ama anlamıyorsak okumalıyız, A hocanın, B hocanın söyledikleri yerine birazda biz okumalı ve öğrenmeliyiz dediğimde, alıştım artık beni dinsiz olmakla suçlarlar. Dün akşam televizyonlarda boy boy oruç baba türbesine gidip saatlerce bekleyip, beklerken de elinde Kuran-ı Kerim okuyanları görünce keşke birde okuduğunu anlayabilseydiler dedim. Okuduğunu anlayabilseydi, oradan medet ummaması gerektiğini bilirdi. Okuduğunu anlayabilseydi, Referandum sayfalarında yerli yersiz Allah'ın ismini kullanmamaları gerektiğini bilirlerdi. Ve Okuduğunu anlayabilseydi, bu ülkede kimin iyi bir Müslüman olup, kimin olmadığı hakkında ahkâm kesemeyecek olduklarını da bilirlerdi.

Bu ülkede bizleri kimileri öyle kimileri böylede olsa kandırıyor, soyuyor, tüketiyor. Sonuçta kim gelirse gelsin tüketiliyoruz.

Son yıllarda dinleyici olarak katıldığım bazı etkinlikler oluyor. Basında katılıyor etkinliklere. Konuşmacılar 1,5 – 2 saat konuşuyor. Ama yanlı basın sadece bir cümleyi alıp yayınlıyor. Oluyor mu size söylenen onca söz değersiz ve anlamsız. Sonra başka insanlar okuyor o cümleleri hoppala, bu da nereden çıkmış, bu adam doğru düzgün konuşamaz mı diyorlar.

Bir arkadaşım vardı, haberler başladı mı, tüm kanalları takip etmeye çalışırdı. Biri biterdi, diğer haber kanalı açılırdı. Bir gün kızdım içim dışım haber oldu, neden durmadan haber dinliyoruz diye sordum. Haberin doğrusunu öğrenmeye çalışıyorum, her haber kanalı haberi kendi istediği şekilde yorumlar, ben birçok haber kanalından dinlemeye çalışıyorum ki, haberin doğrusunu öğrenebileyim dedi. Bu cümle bana yıllar önce hocamın söylediği o cümleyi hatırlatmıştı.

Bu yazının sonunda şunu özellikle belirtmek isterim ki. Her neye inanıyorsak inanalım bilerek, araştırarak ve okuyarak inanalım...
Saygılar

Palyaco

Doktora gelen adam hastayım der, hayattan zevk alamıyorum. Acılar aklıma geliyor, yemek yiyemiyorum. çıplaklar hatırıma geliyor, Onlarla birlikte üşüyorum. Her cinayette kendimi suçlu buluyorum. Her katil bıçağının kabzasını sanki benim ellerim tutmuştur. Her atılan kurşun benim kalbime saplaniyor. Butun bu toplumun suçlari benim omuzlarima yuklenmiş. Artık gülmesini unuttum.Doktor, hastasini omuzundan tutar, pencerenin onune getirir, perdeyi aralar, parmağıyla karşı duvardaki afişi gösterir. Bu afiste, bir sirk palyacosunun reklami vardir.Azizim, der, su palyacoyu goruyormusun? Tavsiye ederim, her gece bu palyaconun gosterilerine git. Bütün kederini, elemini, derdini unutursun. Gulmeyi, kahkahayi ögrenirsin. Hayattan yeni bastan zevk almaya baslarsin. Hasta basini eger, Doktor, der, iste o palyaco benim!

Aziz Nesin

KISSADAN HISSE.....

İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir.Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocukgörürler.Berber, iş adamının kulağına fısıldar; 'Bu çocuk var ya, dünyanın enaptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi...'Berber çocuğa seslenir: 'Ali, buraya gel!'Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalcasırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, 'bakşimdi' diye fısıldar ve bir elinde 5 liralık, diğer elinde 50 liralıkbir banknot olduğu halde çocuğa sorar:'Hangisini istiyorsan alabilirsin? 'Çocuk dalgın dalgın bir 5 liraya bir de 50 liraya bakar ve sonunda 5liralık banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır.Berber işadamına döner ve gülerek:'Gördün mü? Sana söylemiştim.' der.Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayanAli'yi görür.Yanına giderek, neden 50 liralık değil de, 5 liralık banknotu aldığını sorar.Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:' Eğer 50 liralığı alırsam oyun biter!'Dale Carnegie diyor ki,"Tanrı'nın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdiktensonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kezgörmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılamahakkına sahip olabiliyoruz! "

Paylaşım için Arzu'ya tşk ederim...

Üç heykel

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsattabirbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginçarmağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşınıhuzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından,birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarındabir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarınagönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününübu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinintıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisindençok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykelgramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadarinsan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatleincelediler ama aralarında bir fark göremediler.Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştuve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankârolduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi.İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç,hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önceheykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı.Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor,oradan öteye gitmiyordu.Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."

Kaynak:İnternet

Düşmanın çizgisi

Zamanında Çin”in küçük bir köyünde bir kung-fu okulu varmış.Okulun yaşlı ve bilge olan hocası öğrencilerine sadece bedensel eğitim değil zihinsel eğitiminde önemli olduğunu anlatırmış. Öğrencilerinde biri zeki olmasına rağmen dersleri pek umursamayan vurdumduymaz bir karaktermiş.Onun bu hali hocanın gözünden kaçmaz ve devamlı kendini uyarırmış. Günler böyle geçerken bilge hoca bu öğrencisini başka bir öğrenciyle müsabakaya kaldırmış.Müsabaka başlamış.Haylaz öğrenci yaptığı her hareketin, attığı yumruk ve tekmelerinrakibi tarafından ustalıkla savuşturulduğunu görünce dahada hırslanmış vekural dışı hareketler yapmaya başlamış.Rakibi onları savuşturmuş.Dahadasinirlenen öğrenci hiçbirşeyin kar etmediğini görünce oturmuş hırsındanağlamaya başlamış.Müsabaka bitmiş.Haylaz öğrenci ağlarken omuzunda bir el hissetmiş.Kafasını kaldırıp baktığında hocasını kendisine gülümsediğini görmüş.Bilge hoca öğrencisinin yanına oturmuş ve toprağa 15-20 cm uzunluğunda bir çizgi çizmiş.-Bu düşmanının çizgisi.Bunu nasıl kısaltırsın?demişÖğrenci bu soru üzerine çizgiyi ikiye bölerek:-Böyle kısaltırım demiş-Hayır, demiş hocasıÖğrenci bu sefer çizgiyi üçe bölmüş-Böyle kısaltırım.Hoca gülümsemiş.Ve yere aynı uzunlukta bir çizgi çizmiş.-Bu düşmanın çizgisi.Sonra yanına onun iki katı uzunlukta bir çizgi çekmişve eklemiş:-Bu da senin çizgin.Sen düşmanının çizgisiniz kısaltmak yerine kendi çizginiuzatırsan düşmanının çizgisi doğal olarak kısalacaktır.Sen kendini geliştir.Uğraştığın insanlar zaten o zaman geride kalacaktır..

Kaynak:İnternet

Hayat çetele tutmak degildir…

Hayat;
Seni kac kisinin aradigi, kiminle ciktigin, cikiyor oldugun veya cikacagin demek de degildir.Kimi optugun, hangi sporu yaptigin, kimlerin seni sevdigi de degildir.
Hayat, ayakkabilarin, sacin, derinin rengi de degildir.Nerede yasadigin veya hangi okula gittigin de degildir.Aslinda hayat; notlar, para, giysiler, girmeyi basardigin ya da basaramadigin okullar da degildir.
Hayat;Kimi sevdigin ve kimi incittigindir.Kendin icin neler hissettigindir.Guven, mutluluk, sefkattir.Arkadaslarina destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktir.
Hayat;Kiskancligi yenmek, onemsemeyi ogrenmek ve guven gelistirmektir.Ne dedigin ve ne demek istedigindir.Insanlarin sahip olduklarini degil, kendilerini oldugu gibi gormektir.Her seyden onemlisi hayati, baskalarinin hayatini olumlu yonde etkilemek icin kullanmayi secmektir.
Iste hayat bu secimden ibarettir.Insanlarin en acizi dost edinemeyen,ondan daha acizi ise dost kaybedendir.
Charles Eguone

GİRİŞİMCİLİK

Yıl 1943. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin AğaKütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özelsektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir günolur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkeseanlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen gidenolmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak?Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur.Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” derama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikrikabullenir.O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbirgüçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şeyyapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasanda“ zihniyeti aynen var.O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürkresminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorluklaikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa,kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İadeSandığı” yazar.Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o garibançocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. NoelBaba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de dahagerçek, Mustafa Amca da.“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı güngelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız daokuyacak” der.Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günlereşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar EşekliKütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atarheyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünüetrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturupiş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla haketmektedir.Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneyekadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar: “Bana dikiş makinesiyollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der.Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorlukfaaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadınkütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyenkadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazmaoranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye giderHalıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu aradavalilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor”diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdekiçocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli KütüphaneciMustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.Girişimcilik ne biliyor musun?Bulunduğun yere yenilik katmalısın.Mutlaka adım atmalısın.Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değerkaybettirir.Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat,milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz amaMustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.
http://www.nevsehir.web.tr/50-forum/images/forum/eseklikutuphaneci.jpghttps://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjIbbD4lIafF8NpQ5G11jWI2iNjO5ARmkPPXlPmZO2Dp2F1EYu0En4IYjGp9YDYxsfazCegm6qjX9Scq-hP2CO791cRfTJhpkRIlzdSHWBcIBtylma154O2E1ko8xPkHzYoe64c0PB8rA/s200/dede.jpg
Kaynak:internet

İnternet'ten alıntıdır.....

Beş yaşında idim.Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu. Bir tane yere düştü. Babaannem eğildi, aramaya başladı.Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu .Çocukluk iste,-Aman babaanne dedim.- Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya, yorulmaya değer mi?Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.-Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun, ' dedi.- Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?'Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.Aradan yıllar geçti.Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.Alain'in proposlarini okuyorum.Birden irkildim.Babaannemi hatırladım.Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığakarşı ihanet etmiş olur diyordu.İlave ediyordu.Bir iğnenin üretiminde binlerce insanin alınteri, göz nuru, el emeği vardır diyordu.On dokuz yıl evveldi.Stockholm'e gitmiştim. Bir otele indim.Geceydi. Sabahleyin, traş olmak i çinlavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir not gördüm.'Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın,yanda bir kutu var oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveççelik sanayisine yardımcı olun' diyordu.Doğrusu hayretler içinde kaldım.Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir.Birçok eşya üzerinde' İsveç çeliğinden yapılmıştır' diye yazardı.İste o ülke, kullanılmış bir tek ufacıkjiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor,gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.İsviçre'de zaman zaman, belli periyotlarda radyolar, televizyonlar bir haberi duyurur.'Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek.Siz lütfen hazırlığınızı yapın. Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap, dergi, gazete varsa,kâğıt, ambalaj, kutu varsa, velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa,kapının önüne koyun. İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazlaağaç ziyanına engel olun.'Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazı yasayan insanlardır.Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş,hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir. .Böyleleriyle; evini mezat salonuna çevirmiş zavallı, diye eğlenirler.Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor. İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor.Zamanın başbakanı meclisi toplar.Kürsüye çıkar.Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;-Şu andan itibaren der,-Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden,pirinçten başka bir şey yemeyeceğim.-Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır.Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumunbütün kesimlerini, tek istisna olmadankapsadığını söylemeye gerek yok.Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm.Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazı, ne kadar gösterişten uzak...*Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan bos yere akıtmakta,gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla,yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?*Hayat çok ince, akil almaz incelikte ipliklerle örülmüştür.Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki,İlk okul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.Bir mıh bir nalı kurtarır.Bir nal bir atı, bir at bir komutanı,Bir komutan bir orduyu,Bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..Maddi durumumuz ne olursa olsun,ister zengin olalım ister fakir, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.Burada parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.

AHDE VEFA

Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girer. Derler ki :- Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü. Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek :- Söyledikleri doğru mu diye sorar.Suçlanan genç der ki :- Evet doğru. Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.Genç anlatmaya başlar: - Ben, bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanım. Ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Affedersiniz hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir defa daha bakıyor. Hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım. Arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı, atım oracıkta öldü. Nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım, babası öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan ibaret, dedi. Hz Ömer:- Söyleyecek bir şey yok, bu suçun cezası idam. Madem suçunu da kabul ettin, dedi. Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:- Efendim bir özrüm var, diyerek konuşmaya başladı:- Ben memleketinde zengin bir insanım, babam, rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı. Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime birini bulurum, der.Hz. Ömer der ki:- Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?Sözün burasında genç adam kalabalığa bir göz atar, der ki:- Bu zat benim yerime kalır. O zat Hz. Peygamber Efendimizin (sav) en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan başkası değildir. Hz. Ömer Amr'a dönerek:- Ey Amr, delikanlıyı duydun, der. O yüce sahabe:- Evet, ben kefilim, der ve genç adam serbest bırakılır.Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr Ibni As'a verilecek idam yerine maktulün diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler. Hz. Ömer kendinden beklenen cevabı verir der ki:- Bu kefil babam olsa fark etmez cezayı infaz ederim. Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki:- Biz de sözümün arkasındayız. Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür. Hz. Ömer gence dönerek derki:- Evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı neden geldin?Genç vakurla başını kaldırır ve (günümüz insani için pek de önemli olmayan):- 'AHDE VEFASIZLIK ETTI' demeyesiniz diye geldim der. Hz. Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni As'a der ki:- Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun, nasıl oldu onun yerine kefil oldun?. Amr Ibni As Allah kendisinden ebediyyen razı olsun, vakurla kanımızı donduracak bir cevap verir:- Bu kadar insanın içerisinden beni seçti.' İNSANLIK ÖLDÜ' dedirtmemek için kabul ettim, der. Sıra gençlere gelir, derler ki:- Biz bu davadan vazgeçiyoruz.Bu söz üzerine Hz Ömer:- Biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz, der. Gençlerin cevabı da dehşetlidir:-
MERHAMETLİ İNSAN KALMADI' DEMEYESINIZ DİYE…
Kaynakça: İnternet....

Yuregi isitan oykuler

İnternette dolaşan bir öykü....

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı; ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:- Küçük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.Çocuk, ona dönerek:- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.- Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayısürdürdü:- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?- Çok basit!. dedi, adam. Eğer vicdan yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orada tüm eksiklikler tamamlanacak.Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler...Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrini işaret ederek:- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?Çocuk, başını yanlara sallayıp:- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.- İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.Çocuk biraz düşünüp:- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devamederek:- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!. Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerideki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek.- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere.Eski bir ayakkabı, para eder mi?- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok herhalde. Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar.Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder.Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya.Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:- Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok!' demişti.Her rüzgar savuracak bir toz bulur,Her hayat yaşanacak bir can bulur,Her umut gerçekleşecek bir düş bulurBulunmayacak tek şey senin benzerindir